15 Mart 2017 Çarşamba

Yan Ateşböceği!

"GİDEN GİTTİ YAN ATEŞ BÖCEĞİ
ŞARKINI SÖYLE SAZINI ÇAL.."


Aklımdan hiç çıkmıyor o mayıs akşamları. Mis gibi kokan, çeşit çeşit meyve ağacının arasındaki minicik, rutubetten ciğerlerimizi çürüten ama her akşam huzurla oturduğumuz o güzelim evimizin tadını bir daha bulamamaktandır belki de ya da nankörlükten hepsi. Çok daha güzel, çok daha mutlu, refah dolu günlerim oldu. Olacaktır da elbet. Ama hepimiz içten içe bir ağustos ateş böceği değil miyiz?
En çok sazımız elimizde şarkı söylediğimiz günleri severiz.

Belki çok yaş almadım o günlerin üstüne ama sanki yüz yıllar önce kaf dağının eteklerinde yazılmış bir masa gibi geliyor her biri. Gerçi masal olacak kadar mükemmel de değildik. Sürekli sigaranın o boğucu kokusuyla birleşen rutubetin ciğerlerimizi acıtışı vardı. Buz dolabımızın genelde bir rafında yiyecek olur, ayın sadece bir günü her raf dolu olurdu ya da ana babamız gelirdi de doldururdu fare düşse başını yaracak dolabımızı. Her daim bulaşık dolu olurdu mutfağımız. İki kızdık ama belki beş erkeğin kaldığı evin mutfağından daha beterdi halimiz. Ne o beni zorlardı temizle diye ne ben onu. Ama bir temizliğe tutulurduk ki görmeyin. Havada toz dahi uçmazdı.

Bahçemizde çok lezzetli çilekler vardı. Ben çok severim çilekleri. Ne illettir ki dokunduğum an her yerim kıpkırmızı kesilir, günlerce geçmek bilmeyen bir kaşıntı sarar her yanımı. Ama olsun. Öyle lezzetlilerdi ki dayanamazdım, sabahın ilk ışıklarıyla gider en küçüğünü koparıverirdim incecik dalından. Foyam çok geçmeden ortaya çıkardı gerçi. Olsun.

Hele bizim bir salıncak keyfimiz vardı ki sormayın. Hangi aklı evvel gecenin kör ikisinde neredeyse bir saat yol yürüyüp sallanmaya giderdi ki? Tabi ki biz. Sahilde kocaman yuvarlak salıncaklar vardı. Gerçi onlara salıncakta denmez bildiğin üstüne yatar, bağdaş kurar ya da aynı salıncağa sığışmaya çalışıp bir sağa bir sola giderken çekirdeğimizi çitlerdik.  

Salıncak değildir onun adı, olsa olsa mutluluktur.

O günlerin en güzel yanı sorumsuzluktu sanırım. Hiçbir gerekliliğim,hiçbir geçerli sebebim yoktu bir şeyler yapmak için. Daha çok başındaydım her şeyin. Ne iş önemliydi ne para. Hiçbir zaman savurgan olmamıştım, kenarda köşede illa bir kaç kuruşum olurdu. Ama olmadığında da gidip anamdan babamdan istemezdim. Bittiyse bitti, bitirmeseydim der otururdum evimde. Zaten sigaram olsun yeterdi bana. Çok matah bir şey ya sanki. Bir gece hatırlıyorum, daha gün aymamıştı ama gözlerime kan oturmuştu artık uykusuzluktan. Belki iki, üç gece olmuştu uyumayalı. Ne gereksiz işkencelermiş aslında. Neyse , ev arkadaşım odasından çıkıp salonun ışığını bir yaktı, dumandan göz gözü görmüyor resmen. Hani derler ya duman altı olmuş diye, ondan bile beterdi. Öldürecekti beni o gece de, Allah'a şükür kıyamadı.

Daha üniversite ikinci sınıftaydım bir buçuk ay boyunca okula gitmemiştim. Öyle ki tesadüfü okula uğramak zorunda kalınca birkaç gün sonra vizelerin başlayacağını öğrenmiştim. Çook derin bir aşk acısı çekiyordum. Hayatımda ilk defa terk edilmiştim. Hem de hiç beklemediğim bir şekilde. Dolayısıyla genç yaşıma, masum kalbime çok ağır gelmişti. O ağırlıkla da boşluğa bırakmıştım kendimi. Öyle ya daha elimde hiçbir şey yokken, en güzel, en yaşanılası günleriyken hayatımın hepsini zehir etmekte ustaydı büyüdüm sanan ama hiç büyümemiş olan aklım, mantığım. Önemli bir nokta da olduğumu idrak edemiyordum. Belki fark etsem her şey şu an çok farklı olabilirdi.

Gelecek ileri de bir yerdeydi benim için. Sanki hiç gelmeyecek gibiydi. Ama geldi.

İnkar edemem, iyi ki de geldi. Evet çok ağır, çok acı geldi. Olsun. Çok seviyorum bu günümü. Kendim için bir şeyler yapıyor olmak, yarınım için koca koca yükleri sırtıma almak beni ben yapıyor. Üstelik genç yaşımın yalnızlığı da yok şimdi. Hemen bir nefes yanımda ne zaman düşsem beni tutacak, kendimi duvardan duvara vurup kan revan içinde döndüğümde bütün yaralarımı şefkatle üfle üfleye saracak biri var.

Şimdimin ve geleceğimin en güzel detayı.. İyi ki geldin! Hiç gitme.

En çok neye inanıyorum biliyor musunuz? Ruhumun ateş böceği hiç terk etmeyecek beni. En karanlık günde bile sazıyla neşelendirecek o anı. Hep birlikte yanacağız ama canımız hiç acımayacak. En soğuk kış gecelerinde bile sıcacık olacak kalplerimiz. Çünkü bir olmak, iki ayrı bedende tek yürek..

Ateş böceğim! Vefalı dostum! En güzel anım! 
Gel yanalım, hiç sönmeyecekmişcesine.
Gün bitti , herkes gitti.
Olsun! Çal sazını!
Bak gün yeniden doğuyor.
Ver elini..
 




22 Aralık 2016 Perşembe

Zamanın Karadelikleri

Hepiniz yaşamışsınızdır sanırım bunu ; gece mutlu mesut gözlerinizi huzurlu bir uykuya kapatmışken uyandığınızda kendinizi cehennemin orta yerinde bulursunuz. Bende öyle bir dönemdeyim. Cennette uyudum, cehennemde uyandım. Üstelik benim cennetim cehennemin içindeki bir vahaydı.

Beklenmedik şeyler benim hep dengemi şaşırtır. Yetmiyor gibi birde normalde hiç sahip olmadığım kaygılar dört bir yanımı sarar. Aklımda sürekli bir neler oluyor sorusu vardır ve işte bu da benim en nefret ettiğim dönemdir. O yüzden adı karadelik.

Seni olduğun yerden çok uzak bir noktaya minicik bir an içinde gönderir ve çekim alanına girdiysen kaçmak gibi bir şansın asla yoktur. Benim de hiçbir zaman olmadı. Çünkü karadelikleri  hiç önceden fark edemedim.

Şimdide ne zaman biteceğini bilmediğim bir zaman yolculuğunun içindeyim. Hemde en sancılı en acılı anında.

Aslında uzaktan bakıldığında hiçbir sorunu olmayan, kendi halinde yoğun hayatlara sahip iki insanız biz. Tabi birbirimize çok aşık olduğumuz gerçeğini de  görmezden gelmek olmaz. Ama bir süredir hayatımız garip bir karmaşa içinde. İstemediğimiz bir düzen içinde, istemediğimiz kişilerleyiz. Doğal olarak mutlu değiliz. Ancak yanyana geldiğimizde yüzümüz gülüyor ya da telefonda konuşabildiğimiz kısacık dakikalarda.

Yaklaşık iki senedir hiç şikayet etmedim ben onun iş yoğunluğundan. Çünkü biliyordum ki işi sabahın beşinde de bitse gözlerini mutlaka benim yanımda kapayacak. İkimizinde birbirimizi tanıdıktan sonra yegane amacı birbirimize gitmek oldu zaten. Ne ile uğraşırsak uğraşalım sonuç hep birbirimizdik.

Başkalarına sıkıcı gelebilecek kadar çok konuşurduk telefonda. Ha tabi yanlış anlamayın böyle saatlerce değil. Sık sık ama maksimum bir dakika. Çünkü birbirimizin sesini duymak güne yeniden başlamış gibi hissettirirdi. Ama son günlerde öyle değil. Onun da benimde farklı sorunlarımız var. O sıkıntılı bir iş yeri ile uğraşırken bende sıkıntılı bir aile ile uğraşıyorum. Sorunumuzun tek ortak yanı sonunda ne olacağını bilmeyişimiz. İşte tüm sıkıntıda burada başlıyor. Şu raddeye kadar ne olursa olsun birbirimizden bir an bile uzak durmadık. Birbirimizi öldürmek istediğimiz anlarda bile ellerimiz hiç ayrılmadı. Şimdiyse iş yerinden çıkıp başka bir yere gittiğini bile belki saatler sonra öğreniyorum. Bütün boş vakitlerinde sesimi duymak isteyen ve mutlaka beni arayan adam şimdi saçma bahanelerle aramıyor. Toplantıdayken bile mesajlarıma bakan adam öğlen molasında attığım mesajı anca ben arayıp mesaj attım deyince görüyor.

Daha o kadar çok şey var ki.. Ama en önemlisi de sesi. Eskiden her defasında beni sarıp sarmalayan sesi şimdi bir asker arkadaşından ibaret. O sıcacık ses yok, ilgili ton yok. Canım deyişindeki samimiyet bile yok ve ben onları çok özlüyorum. Evet biliyorum çok yoğun bir zamanda ve uğraştığı şeyler basit kolay değil. Binbir tane adam arkasından iş çeviriyor. Ama bu hep böyle değil miydi zaten? Neden şimdi, tamda ona en çok ihtiyacım olan zamanda bunu yapıyor.

Birkaç gündür her telefonu dolu dolu gözlerle kapatıyorum. Her gece mutlaka birkaç damla yaş dökülüyor gözlerimden.

Umuyorum ki çabucak geçsin bu zaman. 
Bana can dediğinde yeniden doğduğum günlerimiz geri gelsin.
Çünkü ben bu günleri hiç sevmedim..

17 Kasım 2016 Perşembe

Kelimeler; aşk&sevgi.

Merhaba blog.

Biliyor muydunuz merhaba farsçada "benden size zarar gelmez" demekmiş. Öğrendiğimden beri her söylediğimde kısa da olsa bir düşünce boşluğunda buluyorum kendimi. Gerçekten benden onlara zarar gelmez mi? Ya onlardan bana?

Bilinçsizce söylediğimiz öyle çok kelime var ki. Manasını bilmiyoruz ama söylüyoruz işte. Bir nevi alışkanlık bizdeki. Daha önce bir yazımda daha ele almıştım bu konuyu. Mesela her önümüze gelene canım diyoruz değil mi?

Arkadaşlarımıza, samimiyet göstergesi olacağına inandığımız ya da daha kibar gözüküyoruz diye düşündüğümüz için daha yeni yeni tanıdığımız insanlara, sevgilimize, ailemize, sokakta başını okşadığımız bir çocuğa vs daha bir çok kişiye. Ama gerçekten hepsi Can'ımız mı? Tabi ki hayır.
Bunu fark ettiğim ilk andan sonra çoğu  kişiye karşı bu kelimeyi kullanmayı bırakmıştım ama son zamanlarda fark ediyorum ki yine bu şekilde konuşmaya başlamışım. Kendimi yeniden düzeltmem gerekiyor bu konuda. Çünkü can dediğin o kadar basit değil.

Son zamanlarda sevgi hakkında çok düşünüyorum. Çok seviyesinin biraz daha üstünde sanırım. Buna kısa bir süre önce henüz lise hayatının başında olan ve aşk&sevgi konularında kafası biraz karışık olan kardeşiminde bu konuyu açmasıyla kesinkes emin oldum.

Aşk kelimesi bana her zaman tutku ve coşkuyu çağrıştırmıştır. Her şeyi en uç noktada yaşamayı, mutlu olunca kendini bulutların çok çok üstünde bulurken, en ufak mutsuzluğun yerin yedi kat dibine indirmesi gibi mesela. Birini sevince sınırının olmadığı gibi nefret edince de aynı derece hissiz olmak benim için aşk kelimesinin örnekleri.

Sevgi ise daha masum ve durağan. Mesela bir bebek görüntüsü canlanıyor benim aklımda sevgi kelimesini duyunca. Tatlı gülüşleri ve çıkardığı o garip ama huzur veren sesleri. Aynı zaman da gelecekle ilgili güzel planlar, hayaller.

Sevgi denilen şey benim için daha çok sakinlikten ve huzurdan ibaret anlayacağınız. Aşk ise tam bir karmaşa.

Ama kardeşimle konuşurken bunun başkaları için farklı anlamları olabileceğini fark ettim. Kardeşime göre sevgi daha uzun ömürlü ve o olmadan aşk başlayamıyor. Bense tam tersine sevginin tetikleyicisinin aşk olduğunu düşünmüşümdür hep.

Aşkın bir süre sonra -kısa veya uzun- yerini sevgiye bırakıp sonsuzluğa kavuşması resmedilirdi hep benim aklımda. Kardeşimin anlattığı birkaç örnek ve söylediği birkaç söz -her ne kadar sonradan onunda farklı düşüneceğine emin olsam da- aklımı karıştırdı. Bizim aşk deyip ilk anda tutulduğumuz şey aslında daha önceden sevgi ile içimizde biriktirip hepsinin doyuma ulaştığı bir anda ondan asla vazgeçemeyecekmiş gibi hissetmemize mi sebep oluyordu acaba?

Neden olmasın? Zaten aşk dediğin şey birine karşı duyduğun hislerin tavan yaptığı anların bütünü değil mi? Yine de benim kafam biraz karışık bu konuda. Hani yılların sorusu vardır ya tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan? İşte o hesap bu konuda. Aşk mı sevgiden doğar, sevgi mi aşktan?

Sizce aşk&sevgi nedir? Hangisi diğerinin sebebi olur ya da  başka faktörler mi vardır?

 Benimle düşüncelerinizi paylaşırsanız memnun olurum. Blogla aynı isimdeki mavihatun@gmail.com hesabıma yazabilirsiniz :)

Bir dahaki yazıya kadar hoşçakalın :)

Ve unutmayın mutlaka biri tarafından seviliyorsunuz :)

13 Kasım 2016 Pazar

Her karanlığın sonu aydınlık derler, biri ışığı yaksın!

Hayatım boyunca en çok duyduğum ama gerçekleştiğini çok nadir gördüğüm cümledir ; her karanlığın sonu aydınlık.

Ya benim ışığımda bir sorun var ya da ben ışığı yaktıkça söndüren biri. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman kimseden bir iyilik ya da yardım beklemedim. Beklemem de. Sonuçta Allah herkese verdiği aklı mantığı bana da vermiş. O zaman niye biri yardım etsin diye bekleyeyim ki? Hoş beklesem de eden olur mu? Sanmam.

Şimdi aklınızdan binbir türlü laf geçecek." Sanki yardım mı istedin? İstedin de kimse gelmedi mi? Geleni kabul ettin mi ki? " Ardı arkası kesilmez bunların. Çünkü çevremde daha çok dik burunlu, kendi dediği her zaman daha iyi olan, bilmiş , uyuz vb özelliklerimle anılırım. Peki hiç durup düşündü mü bunları diyenler. Bir insan neden hep her şeyi en iyi kendi bilir, neden önce kendi yöntemini uygular sorunlara karşı, neden burnunun dikine dikine gider? Siz söylemeden ben söyleyeyim. Çünkü ya hep yalnız geçirmiştir ömrünü ya da yanına gelen herkes çıkarı için gelmiştir.

Ha şimdi bir kısım da diyecek ki "hep mi öyle insanlar geldi!" Hayır. Aralarında illa iyi insanlarda geldi. Ama üç kuruşluk insana beş kuruş değer verince bir süre sonra diğerlerinden farkları kalmadı. Özünü koruyan insanlar ise bir elimin parmaklarını geçmezler. İyi ki onlara sahibim, iyi ki varsınız.

Ama asıl mevzu bu insanların yedi kat yabancı olması. Benim hiç umrumda olmadı bir ton insanın yanımda olması. Zaten bir sürü insan var yakınımda. Ama işte bir sürü insandan da bir avuç insanı yeğliyor insan. Çünkü aile olmadıktan sonra arkadaşın çok bir önemi olmuyor senin için. Önce aile diyorsun hep. O yüzden elindeki bir avuç insanla ufak, güzel, sessiz sakin bir hayat kuruyorsun. Belki gerçekten canından, kanından değiller ama seninler. Hem de gerçekten. Kendi çıkarları için seni sırtından vurup gitmiyorlar en azından. O yüzden onları hep herkesten bir adım ileri de tutuyorsun. Hatta kilometrelerce ileride tutuyorsun ki onlara da bir şey olmasın.

Çünkü can deyip sırtını yasladıkların mutlaka bir yerde kendini çekiyor ve sen koca uçurumlardan aşağı yuvarlanıyorsun. Nasıl mı?

Mesela o canından kanından olanlardan biriyle aranda bir sıkıntı oluyor. Akşam olup, ailenin üyeleri bir araya geldiğinde içlerinden biri gelip sana " ne oldu" diyor. Sende mevzuya ufaktan açıp, şimdi konuşmayalım ben sonra sana anlatırım diyorsun. Bu gayet normal. Çünkü mevzuyu o anda açarsan gereksiz yere olay büyüyecek, aslında olmayan şeyler varmış gibi gösterilecek. Ama ne mana ise o akşam sonra konuşuruz dediğin kişi konuyu bomba gibi ortaya atıyor. Tabi sonra anlıyorsun ki onunda benzer bir karın ağrısı varmış ve konu kendi üstünden açılsaydı o karın ağrısı daha büyük sorunlara yol açarmış. O da gayet masumca konuyu senin üzerinde patlatıyor. Ama sorsan "ben senin için yaptım" diyor. "Aranızda huzursuzluk olmasın diye." Tabi gelin görün ki huzurluk denen şey aynı ev içinde çok farklı kutupların olmasına sebep oluyor.

Tahmin edin sonra ne oluyor? Tamam tamam ben söylüyorum. Olay benim başıma patlıyor. Dışlanan kötü olan ben oluyorum çünkü o çok iyi niyetli ve ben hep kendi burnumun dikine giden, insanları üzen kişiyim. Ama o gerçekten çok iyi niyetli. Herkes iyi olsun istiyor. Bunun için çabalıyor. Ama ne hikmetse o bir şeyler için ne zaman çabalasa hep en kötüsü bana oluyor. Sonra ben kendi kendime toparlıyorum. Tabi çok gecikmeden mutlaka yeni bir darbe daha geliyor.

O darbe gelene kadar da x kişisi gemiyi kendi istediği gibi yürütüp, işlerini hallediyor.

Mükemmel hayat işte!

Ne yapalım. Biz hep karanlık tünellerde yürüyoruz.. Başkaları gibi ışık içinde bokta yürümektense karanlıkta kuru yollarda yürüyoruz. Elbet aydınlığa çıkacağız. Sadece sabır dileyip yolumuza devam ediyoruz. Gün illa ki gelecek , gece bitecek. Ama biz her zaman geceyi hatırlayacağız. Onun kıymetini bileceğiz.

Bütün kötü şeyler bir gün biter çünkü. İlla ki biter. Önemli olan bittiğinde dersini alıp, gelecekteki tüm adımlarını ona göre atmaktır.

Tabi bunların sonucunda içimizde hep bir gün bütün gerçekleri herkes bilecek umudunu da hiç kaybetmeyeceğiz. Belki herkes her şeyi öğrendiğinde nefes almıyor, toprağın altında sıramızı bekliyor olacağız ama.. Bir gün herkes her şeyi öğrenecek.

İyi niyetli gibi davranıp aslında çok farklı işler çevirenler, başkalarına olan öfkesini suçu olmayan insanlardan çıkaranlar, aslında tüm gerçeği görüp de işine gelmediği için görmezden gelenler.. Hepiniz bir gün çırılçıplak kalacaksınız. İşte o zaman zannetmeyin ki öfkemi üstünüze kusacağım. Şu saatten sonra artık böyle şeylerle uğraşamam. O hep sizin işinizdi zaten. Ben sadece her şeyin gün yüzüne çıkmış olmasının huzur ile kaldığım yerden mutluluğuma devam edeceğim.

ve son olarak umarım benim başıma patlattığın olay işe yararda istediğin yerde istediğin hayatı kurarsın. En azından benim bu kadar üzülmem, acı çekmem, kötülenmem bir işe yarasın.

Görüşmek üzere sevgili okurlar.
Aydınlığa çıkabilirsen tabi..

25 Ekim 2015 Pazar



Sessizlik güzel değil mi?

Susmaya karar verişim konuştukça canımın yanmasından sanırım. Ama şimdilerde dudaklarım oynamasa bile içimden çokça konuşur oldum. Ne zaman kalem kağıda uzanmaya kalksa ellerim, dış yüzeyine çocuğunu sıcak sobaya dokunmaması için engelleyen anne edasıyla vurma alışkanlığımdan bir türlü vazgeçemeyişim ise çok ayrı bir hikaye.

Az önce evde kimsenin olmayışından faydalanarak yeni yeni ağzıma dolanan şarkıyı açtım ama her dinlediğimde de bütün gece uyumayıp, sol yanımdaki ağrıyla tavanı izlediğim anlar geliyor aklıma. O an ki ağrıyla kıvranıyorum birkaç salise.

Hep öyle olmaz mı zaten? Geride bıraktım dediğiniz her şeyi peş peşe gelince hoş bir ezgiye dönüşen notalara , belki sözlere yükleyip , karşımıza çıkıp başımızdan aşağı kaynar sular dökeceği anı bekleriz.

Şu sıralar en çokta bu şarkıda yaşıyorum o anları.

Aslında güzel başlayacak ve öyle de devam edecekti o akşam. Emindim. Mis gibi yemekler hazırlamış, yüzüme en tatlı gülüşümü yerleştirmiş, pır pır atan kalbimle tüm gün onu beklemiştim.

Onun en belirgin huyu hiçbir şeyi gizlememek, aklında ne varsa dile dökmek. Her zaman sevdiğim bu huyunun bir gün gelip canımı yakacağını elbette ki bilmiyordum.

Gidebilirim” dedi. Bir sürü şey söyledi önünde, arkasında. Ama ben o anda takılı kalmıştım. Göğsünün sol yanına başımı yaslamış onu dinlerken ağzımdan hiçbir kelime çıkmıyordu. Sadece onun bana “kedi” ismini takmasına sebep olan mırıltılar duyuluyordu.

Gidebilirdi,zaman gösterecekti. Ama beni seviyordu. Peş peşe savaşlarından yenilgiyle çıkan kalbim bunu kaldırabilir mi diye düşündüm ilk. Bir kez daha harabeye dönmek, geri toplanmaya gücüm kalmış mıydı? Hep evet desem de içimdeki ses benden daha dürüsttü, hayır!

O gittikten sonra bütün gece avucumda_ onu sevdiğim ilk gün_den kalma bir simgeyi üzerine çizdiğim anahtarlık avucumda öylece yattım kocaman yatakta. Ona vermem gerekiyordu ama verememiştim. “her zaman her yerde seninleyim” demekti o simge ve o gidebilirdi.

Sonra o şarkıyı dinledim bahsetmem lazım

Garip bir tesadüf ki yine durumu özetleyen aynı kadının şarkısıydı. Daha öncede olmazsan olmaz ile ayrı bir dönüm noktasına girmiştik.

Gerçekten de onu kaybetme korkusuyla ilk kez yüz yüze kalmıştım ve içimden gelen tek şey yorganın altına saklanmaktı. Ta ki o gelip beni çıkarana kadar. Öyle de yaptım.

Seviyorsanız yapabileceğiniz tek şey onun mutlu olduğu yerde olmasına izin vermek. Şanslıyım ki mutlu olduğu yeri bulması oldukça kısa sürdü.

Sarıldı. Gitmem dedi , kaldı. İyi ki de kaldı.
Mutsuzluktan muaf günlerimizin sonsuz olması bizimle ilgili tek duam sanırım.

Yaz bitti, Geriye ne kaldı ki?



Bir türlü bitmeyen yaz, sonunda bitiyor.


Normalde hiç huyum değildir mevsimleri bu kadar hızlı atlamak. Ama bu sene bir an önce güneş kaybolsun, rüzgarlar geri gelsin istiyorum.
Fazlasıyla yorgun ve bir o kadarda bıkkınım. Her şey o kadar yavaş ilerliyor ki , sanki gizli bir el akreple yelkovanın yakasına yapışmış bir adım öteye gitmesin diye arkalarından çekiştiriyor.
İşin kötü yanı , o bilindik korkular yine kapımda. Her zaman tek bir şey için çabaladım; huzur. Ama her zaman ben bir şeyleri yoluna koymak için koşuşturdukça yüksek yüksek tepelerden koca koca kayalar umutlarımı, heveslerimi un ufak etmek için hiç acımadan üzerime düşer.
Şimdi gözüm hep yukarılarda.. Olur da yine üzerime düşecek bir şey varsa önceden görüp tutabileyim diye. Tabi korkular yerinde rahat durur mu bu seferde önüme çıkacak bir engel var mı diye endişeleniyorum. Ama her yanı sürekli kontrol etmek o kadar yorucu ki.
Bazen diyorum “sakınan göze çöp batar” sen sakınma diye.. Ama.. işte amalar çoğalıyor her ihtimali düşündükçe.
Öyle yorgunum ki, içimde sürekli uyumak isteği var. Ama uyursam , uyandığımda hiçbir şey yerli yerinde durmaz diye öyle korkuyorum ki.
Sonra diyorum, O var. İzin vermez hiçbir şeyin bozulmasına. Vermez değil mi? Gecenin kör vakti uyanıp , tekrar tekrar üzerimi örterken , kapkaranlık gecelerde elimi bırakmazken , her şeyin elimden toz olup uçmasına izin vermez.
Bazen o bilindik korkular aklımdaki, kalbimdeki her şeyi allak bullak ediyor. Hata yaptırıyor. Ama bir ses sürekli kafamın içinde.

“Sakin ol, her şey güzel olacak.”

O sesi seviyorum. İnandırmam gereken bir sürü insan olsa da, belki onu bile inandırmam gerekse de, bu beni yorsa da.. Seviyorum.
Bu gerçekten şanslı hissettiriyor. Ki zaten en kötü zamanda bile dudağınızın kenarında minikte olsa bir gülümseme varsa , şans sizinle demektir.

Gözlerimi yokluğuna açıp, kokunun kırıntılarıyla geceye karışmaya çalışırken, o görünmez karanlığın bir anda sol yanımı ele geçirmesi.. Günlerdir görülen ama unutulmaya çalışan kabus işte.


Bir arabanın motor sesini ezberlemek de sevmeye dahil mi? Ya araba durduktan sonra tek kapı sesi duyulursa balkona koşmak ya da alt kapının kapanış sesini beklemek?

En azından gözlerinde o özlenen bakışı görmeyi beklemek dahil olmalı değil mi?

11 Ağustos 2015 Salı

...











Bu şarkıyı ilk olarak bir müzik kanalında gördüm ve bir kaç saniye dolmadan kanalı değiştirdim ; daha canlı bir şeylere ihtiyacım vardı.

Yaklaşık 10 gün önce elimi eline hapsetmiş bir adamla Çınarcık’a doğru yol alırken “dur” dedi. Elimi dizime bırakıp “sana çok güzel bir şarkı dinleteceğim”. Müzik zevkimiz olabileceğinden daha fazla uyuşuyordu, bunu ona hiç söylememiş olduğumu henüz fark ettim.

Gözümü yoldan ayırıp yüzüne çevirdim. Daha şarkı çalmaya başlamamıştı, bir yandan öndeki arabayla olan mesafeyi korumaya uğraşıp bir yandan da listede şarkıyı arıyordu. Ama çoktan içinden söylemeye başladığı kafasını hafif hafif oynatışından ve neredeyse duyulmayacak bir fısıltıyı andıran sesinden belliydi. Gülümsedim sebepsiz, gözlerimi tekrar yola çevirecekken şarkının o iç kıpırtan ilk melodileri başladı.

İnsan dinlerken sabit duramıyor değil mi? En azından biz duramamıştık. Hoparlörlerdeki ses yükselirken aynı anda onu bastırmaya uğraşırcasına bizimde sesimiz yükselmişti. Şimdi bile o an ki neşemi, yanaklarımdaki kasları ağırtacak kadar şiddetli olan gülümsememi hatırlıyorum. Uzun zamandır o kadar iyi hissetmemiştim.

“Olmazsan olmaz, büyümez çiçekleriimm..!”

Öyle içten söylemişti ki şu dört kelimeciği, ilk defa o zaman korktum sanırım onu acıtabilme potansiyelimden. Korkumu , onun onaylamayan bakışlarıyla beraber içmeye başladığım sigaramın dumanına sarıp camdan dışarı yolladım. Belki de yapmamalıydım.

Son günlerde her ihtimale cevabım gibi buna da cevabım; bilmiyorum.

Şarkı deyip geçmeyin yani. Gecenin üç buçuğunda ortaya başkalarını hiçte ilgilendirmeyecek anıları ortaya dökecek kadar etkililer. İşin kısacası bu.


3 Nisan 2015 Cuma


Nicedir sevmem gece yolculuklarını. Her ne kadar kulağıma kulaklığı takıp akıp giden yolu izlesem de , yanımdakiyle konuşsam da hep tedirgin olurum. Sanki kötü bir şey olacak, bir anda bir araba ya da bir köpek karşımıza çıkacak, araba başka bir yana kayacak ya da direksiyonun kontrolünü kaybedecek.. aklıma bir anda öyle kötü şeyler doluşuyor ki elimde olmadan. Sanki gece yolculukları birilerini sevdiklerinden ayırmak için dünyaya bırakılmış gizli bombalar.. 
Şimdi yine öyle bir yolculuktayım. Bütün ailem arabada. Babam annem kardeşim. Can diyebileceğim , vazgeçemeyeceğim herkes şu birkaç kucaklık alanda. Daha çok korkuyorum böyle olunca. Üstelik birde ona gidiyorum. En korktuğum da o. Yüzünü görmeden , sesini duymayadan ayrılacağım o şehirden biliyorum. Ama kalplerimiz yaklaşacak. Bizim bilmediğimiz bir anda kokularımızım zerreleri birbirine sarılacak. Öyle bir şans a biz ne zaman erişiriz ya da erişebilir miyiz bilmiyorum. Ama son zamanlarda korkularıma birde bu eklendi. Ya sana gelirken, asla dönemeyeceğim bir yola girersem? Bilirsin seni üzmek asla isteyeceğim bir şey değil. Ama sonsuza gitmek asla özür dileyememek demek.. omuzundan öpüp affetmeni bekleyememek.. ya da sırtımı dönüp senin kendini affettirmeni bekleyememek..
Nedendir bilinmez son zamanlarda aklımda hep bunlar var. O kadar zamansız o kadar plansız bir şey ki ölüm dedikleri.. Allah biliyor gram kadar korkum yok ölümden yana. Ama babamı düşününce gözlerimden akan yaşları tutamıyorum. Ablamın boş bakan gözleri canlanıyor bir anda aklımda.. onun sessizliği. Ya dedem. Ona kim anlatabilir ki artık olmayacağımı. Anlatsalar bile kaldırır mı hasta kalbi.
İşte bunları düşününce korkuyorum gitmekten. Rabbim diyorum.yapamam ben bunu onlara.
Yol bitmiyor. Giderek ışıklar azalıyor. Arka fonda sürekli şarkı değişiyor. Camdan akan yağmur damlaları hızlanıyor. Karanlık çöktükçe içim bunalıyor. “Baba ” diyorum. “Ne kadar kaldı?”

11 Mart 2015 Çarşamba

Günler garip bir şekilde geçiyor.
Daha hızlı, daha umarsız.

Sanki kenara geçip oturmuşum ve bütün olan biteni uzaktan izliyorum. Arada bir deli cesareti geliyor, karmaşanın içine dalıyorum. Canım acımaya başlayınca gerisin geriye köşeme dönüyorum. Kendi hayatımda kenar süsü oldum bir bakıma.

Bazen de ben hiçbir şey yapmasam da karmaşa yanı başıma oturuyor. İçimde garip hislerle ona eşlik ediyorum. Saygıda kusur etmiyorum. Elimden gelse bir fincan çay bile ikram edeceğim. Ama cesaretim ona yetmiyor. Sadece durup yanımda oluşunu izliyorum.

Öyle ya, karmaşamın yanıma yaklaşması bile bir mucize. Gerçi içime batan kırıklardan olsa hep temkinliyim. Ettiği her lafta bir mana arıyorum. Acaba ne demek istiyor diye. Sonra düşünüyorum. Belki de sadece söylediklerini kast ediyordur.

Garip.
Ama güzel.

İçimin acısı.. Elimde değil sesini duydukça yüzünü özlüyorum. O dizine yattığım , saçlarımla ilk oynadığın güne dönüyor gülüşlerim. Sanki hep orada kalmışız, ne bir adım ileri ne bir adım geri.

15 Temmuz 2014 Salı

Mabel'e Mektuplar(7)


Mabel..
Çok uykum var. Ama uyudum mu , uyanamamaktan korkuyorum. Geçenlerde uyanıp da bir anlığına bir şeyleri hatırlayamadığım da kapıldım bu hisse. Her gün biraz daha geç uyanır oldum. 
Bir gün uyanamadığım da ne olacak Mabel? Ayşe’ye “uyanmadı” dediklerinde ne olacak? Ne kadar yanacak canı? Geçecek mi bir gün? Adım da geçer gider mi içinden, acısı gibi? 
Babam ne yapar Mabel. Her korktuğunda olduğu gibi bağırır mı etrafına? Babam nasıl yaşar? İçinin yangını nasıl söner?
Annem üzülür mü Mabel? Yoksa gözünün ucunda bile görmek istemediği lanet olası , yüzünü kör kuyular göresi kızı artık yok diye bir parça soğur mu içi? Uyanmadığım gün mü sever beni Mabel?
Gülay kimsesiz mi kalır? Baba evindeki odamın köşesinde şimdi durduğu gibi durur mu duvara dayalı? Yoksa bir çöp kutusunda mı kirlenir üstü başı?
Sen ne olursun Mabel? Kırılır mısın bana? Adımı yok mu sayarsın belkide hiç paylaşmadığımız ömründen? İçin mi sızlar, gözlerinden yaş mı döker, sol yanın mı çürür bensizlikten?
Ne olur Mabel? Uyanamadığım sabah, Dünya yalnızca benim için mi durur?

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Bir kadın.

Bir kadın tanıdım geçenlerde. Oturup uzun uzun konuştuk. O kadar çok şey anlattık ki birbirimize sanki bütün ömrümü onlara geçirmişim. Ama sorsanız yüzünü anlatamam size. Gözlerinin ne renk olduğunu, sürekli ısırdığı dudaklarının biçimini, sıkıldıkça oynadığı saçlarının uzunluğunu, hiç sevmediğini ellerini, durmadan kaşınan çenesini… Aklımdan bir tek onlar silinip gitmiş. Bütün anılarını bir bavula koyup verdiğinden olsa gerek hepsi benimle. 
Mesela o hep yalnız izlermiş romantik filmlerini. Denize yaklaştığı bütün anlarda da yalnız. Belki bir kaç kısa süreli davetsiz misafir. Mesela elleri klavyede ezbere kayarmış kelimeleri yaratırken. Öyle benimsemiş harfleri ucuca koyup boyundan büyük cümleler yazmayı. 
Bir keresinde çok ağlamış. Elinde bir kalem bir kağıt varmış. Gündüz vakti bile ışığın zor girdiği bir oda da, yine yapayalnızmış. Apartman boşluğundan süzülen fakir ışıkta  ne yapacağına karar verememiş. O anı yazsa kağıt biter, o anı resmetse yine kağıt biter. Sadece bir kağıda mahsur kalmak ne kötü. 
Sonra durmuş. 
Elindeki tek yaprak kağıdı kullanmaya bu denli çekinirken, elinde tek yapraklık ömrü har vurup harman savurmuş. 

18 Haziran 2014 Çarşamba


O beni kaçak çayım diye severdi, ben onu Berf’im diye. Bir anda Vera’sı olmuştum onun , çünkü Nazım’ı beni sevmişti, sever gibi yapmıştı. Ama ona da aşıktı. Nazım hep kadınları öldürüyordu ama biz yaralı da olsa elinden kurtulmuştuk. O benim Piraye’m , ben onun Vera’sı. 
Oysa Vera olmaktan hep çok uzaktım..
Yıllar önceydi ilk mektubumu aldığım gün. Aradan onca zaman geçmesine rağmen o anları daha az önce yaşamışım gibi hatırlıyorum. Lisedeydim ve geç kalmak üzereydim. Servis durmadan korna çalıyor , şoför arayıp “bak gidiyorum” diyerek beni hızlandırmaya uğraşıyordu. 
Botlarımı bile bağlamadan koşar adım aşağı inerken kapının önünde , yerde duran beyaz zarf dikkatimi çekti. Elime aldım üzerinde adım yazıyordu. Ben açamadan uzun bir korna sesi daha duyuldu. Söylene söylene bindim servise. Barbaros abi klasik nutuğunu çekerken ben zarfın üst kısmını parçalamakla meşguldüm. 
O kadar kalın bir kağıt tomarı vardı ki zarfın içine zor sığmıştı. Günlerdir o mektubu bekliyordum , o kadar heyecanlanmıştım ki ellerim titriyordu.8-10 sayfalık mektubu hızlıca okudum. Arkadaşlarım sağ olsun adam gibi okumama bile izin vermemişlerdi “o ne, aşk mektubumu, kimden” diyerek. Mecbur çantama koydum kağıtları tekrar zarfına koyup. Gün geçmek bilmedi. Eve geldiğim de tekrar tekrar o kadar çok okudum ki kağıtlar eskidi. 
Şimdi eşyaları kolilere doldururken buldum mektup kutumu. En baştan hepsini okudum. Garip bir duygu gerçekten. Birinin senin için uğraşması, günlerce o mektubu beklemek.. Daha önce mektup yazmamış ya da almamış insanlar bu duyguyu hiçbir şeyde tadamazlar ve gerçekten çok özel bir duyguyu hayatlarının dışında bırakıyorlar.
Keşke teknoloji hiç ilerlemeseydi, anlık mesajlarla beklemenin , sabretmenin tadı yok olmasaydı. Bu kadar kolay olmasaydı sevmek. Belki o zaman daha kıymet bilirdik, daha sahici olurdu mutluluklar..

9 Haziran 2014 Pazartesi

time-lapse ile günaydın :)

Bütün gece uykusuz kalıp, gün doğumlarıyla dost olunca ortaya böyle şeyler çıkabiliyor. Yeni haftanız güzel geçsin. Günaydın :)